Blog Image

havadan sudan [blog, writing, travel, yoga]

free your mind...

2006 yılında havadansudan.azbuz.com adresinde yayınlamaya başladığım yazılarımı buraya taşıdım. Devamı da var :-)

Shortbus or Shortcomings of Mitchell?…

Günü Yakalamaca Posted on Wed, August 22, 2012 15:26:36


Shortbus hakkında yazmak yada yazmamak, işte bütün
mesele bu… John Cameron Mitchell’in yönetmenliğini yaptığı bu filmi iki gün önce
seyrettim. Filmin konusunu çok ilginç bulmama rağmen bir türlü benimseyemedim.
Hani insan kendini bir filmi seyrederken yahut kitabı okurken oradaki
karakterlerle özdeşleştirir ve konunun içinde hisseder. Maalesef bu filmde
seyirci olarak kalmaya mahkum bence pek çoğumuz. Mitchell’in oyuncularla
birlikte doğaçlama olarak yarattığı karakterler bana Oğuz Atay’ın
“Tutunamayanlar” adlı kitabını anımsattı. Tabii ki çok önemli bir
fark var. Oğuz Atay’ın kitabının sayfaları boyunca gördüğünüz tutarlılığı Mitchell’in
filminde bulamıyorsunuz.

Gelelim şu meşhur karakterlere: gay bir çift,
evlilik(ilişki) terapisti Çin kökenli bir kadın ve kocası, sanatçı geçinen
kimseyle gerçek anlamda bir ilişkisi olmayan ve hayatını dövülmekten
hoşlanan erkekleri döverek kazanan alternatif görünümlü bir hatun, tüm hayatını
mutlu gay çiftimizi röntgenlemeye adamış bir adam, shortbus isimli garip New
York kulübündeki insanlar vesaire…vesaire…

Bence filmde tanıtılan tüm insanların bir ortak noktası var: çocukluk dönemlerinde
onları derinden etkilemiş bir olay. Belki bu Mitchell için de geçerli.
Belki de Mitchell’de bu yüzden gay. Kim bilir? Fakat filmin zayıf olduğu
yerlerden sanırım en önemlisi de bu. Neden-sonuç ilişkisi kurarmış gibi yapıp
sonunda izleyiciye hiç birşey sunmaması. Özellikle de James: gay
ilişki yaşayanlardan bir tanesi. Tüm film boyunca kamerasıyla çekim yapıyor ama
yönetmen tam olarak bir yere bağlamıyor ve de doğru düzgün kullanmıyor bile bu
görüntülerden.

Farklı yerlerden kesilmiş birbirine benzer sicim parçacıkları
rastgele bir araya getirilip kırmızı renkli playboy amblemli bir paket kağıdına
sarılarak seyirciye sunulmuş adeta. “Yaşasın gay olmak” ve
“liberal cinsel hayat iyidir, mutlu değilseniz deneyiniz” mesajları
ile dolu olan filmde karikatürize edilmiş New York görüntüleri ve eski belediye
başkanının konuşmaları (özellikle de “bu şehre insanlar affedilmek için
gelir” kısmı) gerçekten çok etkileyici ve güzeldi. Sonuç: reklamın iyisi kötüsü
olmaz mantığı ile yola çıkan yönetmen, pek çoklarını bu sayede sinemaya çekmeyi
başarıyor, ben dahil…

Bu yazı, ilk defa 28/10/2006 tarihinde havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.



das Experiment… bist du stark genug?…

Akademik Lakırdılar Posted on Wed, August 22, 2012 11:29:06

New semester, therefore the academic stuff started.
During last days, I was feeling myself like a collector who looks at everything
whether it would be a nice piece in her collection. This habit of human beings is old as history. We love to identify ourselves with our
belongings. Probably, there is some deep psychological roots behind this habit.
Anyways, who cares? Today, we only care about experiments…

What makes an experiment is the manipulation in it. Although an
experiment is supposed to be under controlled conditions, it cannot be a real
experiment without manipulation. This very basic definition lets me think
whether I am an experiment conductor. Because I often love manipulation but not
by the means of bad intentions. Just to watch. You know, that’s fun.

Basically, there are two types of experiments: laboratory and field experiments.
Well, it is easier to imagine first group. You can think of Marie Curie in her
laboratory. On the other hand, field experiments are the ones which economists
are more interested in using in their studies like Colin Camerer etc. The major
difference between laboratory and field experiments is controlling. In
field experiments, there is a limited scope of control. Despite this, I
believe that the results of field experiments are reflecting the real life more
than laboratory stuff if they are conducted by experts of their specialization
areas.

Up to now, economists have used field experiments to analyze
discrimination, health care programs, education, information aggregation in
markets, and micro-finance programs. But filmmakers were not idle, they were
working as hard as economists. For example; the director; Oliver Hirschbiegel
and one of my favorite German actors; Moritz Bleibtreu. Here is the result of
this experiment, ladies and gentlemen: Das Experiment (2001) is a German movie
inspired by the events of the Stanford Prison Experiment conducted in 1971. 20
very different men participate in a prison-simulation experiment. The
candidates are selected by a computer to be either prisoner or guard. The
experiment begins smoothly, but quickly deteriorates as the guards start to
behave unexpectedly. Although it is an irritating but very interesting material
for a movie, it is not difficult to see the failure of the German director. I
couldn’t find any creativity in the movie when I was watching it. But it is
still interesting and worth to see because of the real story behind.

Bu yazı, ilk defa 19/10/2006 tarihinde havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.



Conversations with Adam… (part II)

Berlin'in Almanyası Posted on Tue, August 21, 2012 18:10:39

Adam: You are late again! Morning!
Me : Good morning, Adam! I am sorry but it was too cold. I
couldn’t easily get out of bed.
Adam: You always have excuses!
Me : Well, I had a vaccination yesterday, my arm hurts too
much!
Adam: never-ending excuses, you see…
Me : Yeah, I see, I see… what will we talk about today?
Adam: Don’t remember? I was asking you why/how you can find 3,5 million
people boring.
Me : But they are really boring. You know, I don’t
know 3,5 million people here but the ones I know are uninteresting. Everyone
has a different path in life. Also, each person is on a different phase of this
journey. I don’t have any friends who are sort of in a similar phase.
Adam: I couldn’t understand what you mean! (when will you understand Adam, tell
me please)
Me : I will try to tell you that with a metaphor. At this
left end, there are people who accepted the common objectives of the society as
their personal goals. I’d like to call them Germans. Because they are as strict
as Germans. They live like they are going to exist at least 50-60 years on
earth. But who knows? They are more tomorrow-oriented. What means to them are
only good education, good career, good family etc. Their life stories are
pre-determined. No surprise! On the other end, there are people who live sort of
like Gypsies. Of course, they have more worries about tomorrow than Gypsies who
are too much today-oriented. The problem starts exactly here. I am moving in
between but always staying closer to Gypsies’ side. Because they are more fun
but not hedonists and more flexible at anything. (I know, Adam. You are
standing on the other end. So there is no way that you can understand me.
You may be sorry for me. You are no different than others. That’s why, I find
you boring as well.)

Edit: Painting “Gypsy Caravan” (1888) by Vincent Van Gogh.

Bu yazı, ilk defa 19/10/2006 tarihinde havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.



Hi! How are you doing?

Aklıma Takılanlar Posted on Tue, August 21, 2012 17:44:01

Yeni dünyada ilk ayak bastığım yer sanırım Kristof
amcanınkine epey yakındı. New Jersey Newark havalimanına uçak inişe geçtiği sırada
pek de heyecanlı değildim. Çünkü doğduğum ülkedekine çok benzer kaotik bir
manzara vardı aşağıda. Kabul ediyorum, özgürlük heykelini falan görmeyi
beklemiyordum uçaktan, ama uzun süre Almanya’da vakit geçirince insan her şeyi
daha bir düzenli görmeye alışıyor.

Pekçok insan için yeni dünya yeni bir maceradan çok bir
hayal, belki de bir rüya vaat ediyor olmalıymış ki “American Dream”
diye bir fenomen ortaya çıkmış. Fakat benim için
Newark havalimanına ayak bastığım andan itibaren
Amerika “Hi! How are you doing?” diye beni selamlarken gözlerini
gözlerimden kaçırmayan insanların ülkesi oldu. Bu kadar basit görünen bir
durumun benim için nasıl bu kadar büyük bir anlam ifade ettiğini anlayabilmesi
için kişinin Almanya’da en az iki sene ikamet etmesi gerekmektedir.

Birbirini tanımayan insanların birbirlerine söyledikleri “Hi! How are you
doing?” cümlesinin “Ben seni görmezlikten gelmiyorum, sen var
olmaktasın ve ben de bunu kabul ediyorum.” mesajini taşıdığının sanırım
Amerika’da yaşamakta olan nüfusun büyük bir çoğunluğu farkında değil. Belki
psikologlar yahut düşünürler bu konuda kafa yormuşlardır. Ancak görünen o ki
topluma, her nasıl adlandırırsak adlandıralım kültüre bu davranış biçimi yerleşmiş,
bir nevi gelenek olmuş Amerikalılar için.

Amerikalılar hiç bir zaman çevrelerindeki insanları görmemezlikten
gelebilme konusundaki Almanların sahip oldukları üstün yeteneklere sahip
olamayacak olsalar da bütün bir millet olarak sundukları “Hi! How
are you doing?” fenomeninden ibaret değil elbette. Türk kültüründe olduğu
gibi bazı kültürlerde konuşkan olmak çok pozitif bir özelliktir. Amerika halkı
için de insanın içinden “bak bak maşallah ne konuşkan millet bunlar”
diyesi geliyor. 40 saatten fazla süren uçak yolculuklarım boyunca yolda okumak üzere
yanıma aldığım bilumum kitap ve derginin üç beş sayfasından fazlasını okumak
nasip olmadı. Almanya’da bu kadar süre seyahat etseydim sanırım en az 7-8 kitap
bitirmiş olurdum.

Sözün özü: bazen de ne çok okuyan ne çok gezen, çok-konuşan-ve-çok-dinleyen
daha çok biliyor!

Bu yazı, ilk defa 17/10/2006 tarihinde havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.



« PreviousNext »