Blog Image

havadan sudan [blog, writing, travel, yoga]

free your mind...

2006 yılında havadansudan.azbuz.com adresinde yayınlamaya başladığım yazılarımı buraya taşıdım. Devamı da var :-)

how to find the escape button when you are depressed (part I)

Aklıma Takılanlar Posted on Mon, August 27, 2012 00:36:21

Even the people who just got a new computer, new degree or a new
boyfriend have the right to feel depressed. In this manual, you will
find the practical instructions to get away from your depression. Don’t
worry! Everyone feels like you every once in a while or maybe more
often.

Step 1: Turn your radio on and find a jazz music station. It will reduce the likelihood that you kill someone.

Step
2: Wash the dirty dishes from yesterday. Never use a dishwasher even
if you have one. Don’t forget water is good for getting rid of the
aggression.

Step 3: If it doesn’t feel any better, go back to step 1. Pay more attention to the details this time.

Step 4: Light up a cigarette. If you are a non-smoker, just pretend smoking and never inhale the smoke.

Step
5: Don’t turn your mobile off. Just don’t answer. That will make the
callers angrier, hence there will be less happy people on the world. You
are not alone anymore!

Step 6: Find a dark movie to watch. You’ll surprise to see how fast it will improve your mood to see the dramas other people.

Step
7: Now you are ready to go out and spread your depression on others. If
it is too late to go out, simply write a manual that gives instructions
on how to get rid of the depression…

Bu yazı, ilk defa 20/8/2008 tarihinde havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.



Yaşamınızın kontrolü kimde?

Günü Yakalamaca Posted on Mon, August 27, 2012 00:32:17

İlk romanı Olasılıksız ile okuyanları kalemine ve zekasına hayran
bırakmış olan New York’lu Adam Fawer’in ikinci romanı Empati’yi bir
solukta bitirdim. Gerçekten de beni soluk soluğa bıraktı, altıyüz küsür
sayfa. Yazarın bu sefer lafı neden bu kadar dolandırdığını anlamak
maalesef pek mümkün değil. Maalesef tadı damakta kalan cinsten olmamış
bu kitabı, her ne kadar orijinali basılmadan Türkçe çevrisinin
yayınlanmış olması ulus olarak onurumuzu okşasa da.

Kendi
kararlarımızı vermekte özgür müyüz? Ya arzularımız? İsteklerimizi ne
kadar kontrol etmeye muktediriz? Eğer isteklerimizi kendimiz tam
anlamıyla kontrol edemiyor isek, başkaları bizi isteklerimizi manipüle
ederek yönlendirebiliyor mu? Kitleleri peşinden sürükleyebilen kişiler;
liderler, politikacılar vb. gerçekten özel yeteneklere sahip insanlar
mı? Kalp gözü, üçüncü göz, altıncı his gibi duygulara dayalı beceriler
gerçekten var mı?

Empati çok genel anlamda kişinin kendisini
karşısındaki kişinin yerine koyarak, onun duygularını kendi içinde
simüle edebilmesidir. Bilim adamlarına göre bu yetiyi beynimizdeki ayna
nöronlarına borçluyuz. Ayna nöronları karşımızdaki insanın
hareketlerinden onun amacını ve hissettiklerini anlamamız ve de empati
kurabilmemizi mümkün kılıyor.

Kitap kahramanlarının ayna
nöronları doğuştan diğer insanlarınkinden üstün. Bu sayede diğer
insanların zihnine girip onların duygularını okuyabiliyorlar. Okumakla
kalmayıp, bu duyguları değiştirebiliyorlar da. Yazarın iddiası, ABD’nin
bu konuda günümüze kadar pek çok deney yaptığı, elektromanyetik alanlar
ve çeşitli kimyasallar kullanarak kitleler üzerinde manipülasyon
yapabilme gücüne sahip olduğunu düşünmek insanın tüylerini ürpertiyor. İşte o zaman küçük bir şüphe tohumu düşüyor: istediklerim gerçekten
benim isteklerim mi yoksa bir başkasının mı?

Bu yazı, ilk defa 23/7/2008
tarihinde havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.



Happy-Go-Lazy

Günü Yakalamaca Posted on Sun, August 26, 2012 13:24:09

On
my first lazy day for such a long time, I got to know the
Pollyanna-type primary school teacher Poppy. Thanks to Mike Leign
that he shot the movie: Happy-Go-Lucky. The main character is
a thirty-year-old woman so light-hearted and carefree that you
suspect during 118 minutes that she’s continuously on drugs. Her
infinite optimism irritates people very often. She is too happy to be
real for the people who find it difficult answer her simple question:
“Are you happy in your life?”. During the movie, you see the
battle of extremes:
depressed ordinary people of London against the free spirit and
always-smiling Poppy. Her gloomy driving instructor Scott faces
his anger problems during their lessons together. It is not that hard
to understand why she triggers Scott after watching one of the
scenes. Poppy just smiles and says “Oh no, I didn’t have a
chance to say goodbye” when she realizes that her padlocked
bicycle is stolen. Nevertheless, Sally Hawkins as Poppy won the
Silver Bear for best actress
with her jingling
jewellery and clattering high-heeled boots for her performance in
Happy-Go-Lucky.

Poppy,
representing the modern working class women, manipulates my thoughts
as well as many others’. Being 30 years old, being single, still
living with your roommate and not caring of the anything happens
around you is a nice and comfortable way of living? Or do you prefer
to be one of Poppy’s sisters who dominates her husband but pregnant
with a house of own and has already planned her future? It is
everyone’s own decision to say which way is lazier or more
convenient. However, my anticipation is that we will see more of
this kind of movies which inject
artificial happiness and alternative ways of getting along with life
more often in the future.

Bu yazı, ilk defa 18/8/2008
tarihinde havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.



Bugünden Önce, Yarından Sonra

Ordan Burdan Şurdan Posted on Sun, August 26, 2012 02:14:33


Bilinmeyeni seviyorum… Kulaklarımda çınlanıyor bu cümle, sürekli ve
tekrar tekrar… Bilinmeyeni neden sever insan diye düşünmekten
alıkoyamıyorum kendimi. Bilinmeyeni öğrenmek, öğrenmeye çalışmak bir
tutku yaratıyor bazılarımızın içinde. Öğrenmek için çırpınıp durmak bize
eşsiz bir haz veriyor. Neden kitap okuyoruz ki? Bilinmeyene bir
yolculuk, bir keşfin kapılarını açacak umuduyla. Richard Linklater’in
“Before Sunrise” ve “Before Sunset” filmlerinin bu akşam benim
bilincimde yarattığı bu yeniden içsel keşifler gibi…

Viyana’da
güneş doğar, aynı güneş aşağı yukarı aynı zamanda Berlin’de de doğar,
hatta çok az bir zaman sonra Londra’da da doğan aynı güneştir. O akşam
yaşananlardan iz kalmamıştır sokaklarda… Tüm izler beynimizin
kıvrımlarında, belki de kalbimizdedir. Kalbimizde ise ne mutlu bize, pek çoğumuzun içinden çoğu zaman ben artık aşka inanmıyorum diye haykırmak
gelirken! Neden aşka inanmıyor Celine? Neden aşka inanmıyorsun sen?
Neden aşka inanmıyorum ki ben? Belki de gerçekten aşık olduğumuzu
bugünden önce değil de ancak yarından sonra anlayabildiğimiz için. Bazen
ise hiç bir zaman anlayamadığımız için. İşte pişmanlıklar bu noktada sahneye çıkıyorlar. Bazen ise genel olarak bir memnuniyetsizlik duygusu kaplıyor
içimizi. Ama nedeni meçhul…

“Hayatı değerli yapan zamanın
kısıtlılığıdır” diyor film kahramanı. Bu sözü yahut benzerlerini pek çoğumuz artık her gün okuyoruz birbirimize gönderdiğimiz forward
epostalarda. Okumak neyi değiştiriyor? Bence bu kadar sık duymak bizi
daha da duyarsızlaştırıyor. İnsan hayatı boyunca o kadar az kere
oturup ciddi ciddi hayattaki önceliklerini sorguluyor ki, zaman veya
zamanın kısıtlılığı ise mutlu anlarımız hiç bitmesin, sıkıntılı zamanlar
hemen bitsin klişe dileklerinden öteye geçemiyor.

Filmde Celine
konuşuyor: “Eğer bir tanrı varsa, hiçbirimizin; ne senin ne de benim
içimde değil, aramızdaki bu küçücük alandadır. Eğer bu dünyada sihir diye
bir şey varsa birinin bir şeyi paylaştığını anlama girişimindedir.” Heyhat
gerisi boş mu? Vallahi boş! Gerisi, arta kalanı yalnızlık ve
yalnızlığın getirdiği saplantılar. Yalnızken insan kendisine daha çok
soru soruyor, sonra daha çok sormaya ve sorgulamaya başlıyor. Bütün
parçaları tastamam yerine oturmuş bir yapbozu tekrar tekrar yapmaya
kalkışıyor. Hatta doğru olan parçalarını kaybedebiliyor zaman zaman.

Gelecekte daha çok insanla karşılaşacağım nasıl olsa diyerek büyük
bir umarsızlığın pençesine düşebiliyor. Sonrası ise hüzün… Pişmanlıklar
ve beklentiler depresifleştiriyor kişiyi. Depresif kişi önce kendisine
sonra çevresine saldırıyor, mutsuzlaşıyor, mutsuzlaştırıyor… Halbuki,
bugünden sonra, yarından önce ise pişmanlık yok, beklenti yok, şimdi
var, samimiyet var…

Bu yazı, ilk defa 9/10/2007
tarihinde havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.



« PreviousNext »