Blog Image

havadan sudan [blog, writing, travel, yoga]

free your mind...

2006 yılında havadansudan.azbuz.com adresinde yayınlamaya başladığım yazılarımı buraya taşıdım. Devamı da var :-)

Sanat ve Statü Üzerine

Ordan Burdan Şurdan Posted on Mon, August 27, 2012 01:25:58

Alain de Botton yine boş durmamış, bol bol araştırmış ve
araştırdıklarını uzun uzun anlatmış “Statü Endişesi” kitabında. Pek çoğumuzun her gece rüyalarına gerek bir uçurum kenarından boşluğa
düşmek, gerekse freni bozulmuş bir arabayı kullanmak yada çıplak ayakla
yürümek zorunda kalmak gibi değişik endişe formlarında misafir olan
“Acaba diğerleri benim hakkımda ne düşünüyor” korkusunun nedenlerini
irdeliyor yazar. Beş başlıkta topladığı – sevgisizlik, snopluk,
beklenti, meritokrasi, güven- statü endişesinin sebeplerini açıklamakla
kalmıyor; felsefe, sanat, politika, Hristiyanlık ve bohemlik gibi beş
farklı çözüm yolunu daha hizmetimize sunuyor.

Her ne kadar yüksek
statü simgeleri insanlık tarihi boyunca değişmişse de güçlü olmak
sanırım her daim toplumun gözünde statünün önemli bir parçasıdır. Kişi,
ister Sparta savaşçısı olsun, ister Kilise’nin Azizlik mertebesine layık
gördüğü din adamı olsun, ister Orta Çağ Avrupa’sının hayranlık ve saygı
uyandıran şövalyesi olsun, ister de günümüz modern dünyasının iyi gelir
sahibi, markalı ürünler kulanan metro-seksüel iş adamı olsun, statü
sahibi insan her zaman diğerlerinin güçlü ve değerli gördüğü insandır.
Peki bu güç ve değer Tolstoy’un Ivan Ilyic adlı yüksek mahkeme yargıcına
ne kadar mutluluk getirmiştir kısa hayatında?

Alain de Botton bu
kitabını bir belgesel hazırlarcasına yazmış. Kitabın bölümleri tek tek
ele alındığında çok derin anlamlar taşıyan, okuyan kişinin aklında soru
işaretleri doğuran ancak bir arada tek bir film gibi ele alınmak
istediklerinde bir mesajı taşıma yeterliliğinden yoksun kalmaktadırlar.İnsanın sosyal bir varlık olmasının beraberinde getirdiği bu doğal
endişe savaşılması gereken bir öğe olmak yerine varlığı kabul edilerek,
günlük hayatta eleştirisi rahatlıkla yapılabilen bir kavram olmalıdır
bana göre. Hayatta mutlu olmak esas ve sanat da hayatın eleştirisi ise
bırakalım da sanat bizlere hatırlatsın endişelerden arındırılmış asıl
mutluluk kaynaklarımızı!

Bu yazı, ilk defa 25/3/2009 tarihinde havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.



The Parallel Life

Ordan Burdan Şurdan Posted on Mon, August 27, 2012 00:42:50

The phone rings three times. Nobody answers, is she going to? She
does and they chat for some time. Then she moves to right side of the
bed and embraces the pillow like her sweetheart childhood toy. She goes
online and checks her emails. She has the full motivation to do all
kinds of unfinished work. She reads and answers all the requests from
people she knows and she doesn’t know. Then she turns left but still in
the soft bed.

The parallel life offers her a lot.
It disabuses her of false assumptions which already became main
ingredients of so-called this life. Liberation is like getting rid of a
dumb ring which she used to carry without questioning. It has never
grown while she did herself. When she didn’t take it off at the right
time, it becomes a part of her life.

Most of her
wishes come true there. She receives the offers she likes. She has the
ultimate courage to say everything belongs to her mind and no fear of
anything. Is it a perfect world? Indeed, no. It is just more honest and
it is purified of the interaction effects with others. Everything
depends on her. She is protected by the spell of the parallel life
sphere. She sits literally in the center of the world of hers. Then she
opens her eyes and she starts the day but she is looking forward to
going back to her parallel life.

Bu yazı, ilk defa 20/11/2008 tarihinde havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.



Bugünden Önce, Yarından Sonra

Ordan Burdan Şurdan Posted on Sun, August 26, 2012 02:14:33


Bilinmeyeni seviyorum… Kulaklarımda çınlanıyor bu cümle, sürekli ve
tekrar tekrar… Bilinmeyeni neden sever insan diye düşünmekten
alıkoyamıyorum kendimi. Bilinmeyeni öğrenmek, öğrenmeye çalışmak bir
tutku yaratıyor bazılarımızın içinde. Öğrenmek için çırpınıp durmak bize
eşsiz bir haz veriyor. Neden kitap okuyoruz ki? Bilinmeyene bir
yolculuk, bir keşfin kapılarını açacak umuduyla. Richard Linklater’in
“Before Sunrise” ve “Before Sunset” filmlerinin bu akşam benim
bilincimde yarattığı bu yeniden içsel keşifler gibi…

Viyana’da
güneş doğar, aynı güneş aşağı yukarı aynı zamanda Berlin’de de doğar,
hatta çok az bir zaman sonra Londra’da da doğan aynı güneştir. O akşam
yaşananlardan iz kalmamıştır sokaklarda… Tüm izler beynimizin
kıvrımlarında, belki de kalbimizdedir. Kalbimizde ise ne mutlu bize, pek çoğumuzun içinden çoğu zaman ben artık aşka inanmıyorum diye haykırmak
gelirken! Neden aşka inanmıyor Celine? Neden aşka inanmıyorsun sen?
Neden aşka inanmıyorum ki ben? Belki de gerçekten aşık olduğumuzu
bugünden önce değil de ancak yarından sonra anlayabildiğimiz için. Bazen
ise hiç bir zaman anlayamadığımız için. İşte pişmanlıklar bu noktada sahneye çıkıyorlar. Bazen ise genel olarak bir memnuniyetsizlik duygusu kaplıyor
içimizi. Ama nedeni meçhul…

“Hayatı değerli yapan zamanın
kısıtlılığıdır” diyor film kahramanı. Bu sözü yahut benzerlerini pek çoğumuz artık her gün okuyoruz birbirimize gönderdiğimiz forward
epostalarda. Okumak neyi değiştiriyor? Bence bu kadar sık duymak bizi
daha da duyarsızlaştırıyor. İnsan hayatı boyunca o kadar az kere
oturup ciddi ciddi hayattaki önceliklerini sorguluyor ki, zaman veya
zamanın kısıtlılığı ise mutlu anlarımız hiç bitmesin, sıkıntılı zamanlar
hemen bitsin klişe dileklerinden öteye geçemiyor.

Filmde Celine
konuşuyor: “Eğer bir tanrı varsa, hiçbirimizin; ne senin ne de benim
içimde değil, aramızdaki bu küçücük alandadır. Eğer bu dünyada sihir diye
bir şey varsa birinin bir şeyi paylaştığını anlama girişimindedir.” Heyhat
gerisi boş mu? Vallahi boş! Gerisi, arta kalanı yalnızlık ve
yalnızlığın getirdiği saplantılar. Yalnızken insan kendisine daha çok
soru soruyor, sonra daha çok sormaya ve sorgulamaya başlıyor. Bütün
parçaları tastamam yerine oturmuş bir yapbozu tekrar tekrar yapmaya
kalkışıyor. Hatta doğru olan parçalarını kaybedebiliyor zaman zaman.

Gelecekte daha çok insanla karşılaşacağım nasıl olsa diyerek büyük
bir umarsızlığın pençesine düşebiliyor. Sonrası ise hüzün… Pişmanlıklar
ve beklentiler depresifleştiriyor kişiyi. Depresif kişi önce kendisine
sonra çevresine saldırıyor, mutsuzlaşıyor, mutsuzlaştırıyor… Halbuki,
bugünden sonra, yarından önce ise pişmanlık yok, beklenti yok, şimdi
var, samimiyet var…

Bu yazı, ilk defa 9/10/2007
tarihinde havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.



pride or vanity…

Ordan Burdan Şurdan Posted on Thu, August 23, 2012 16:58:40

I still remember the famous sentence of Al Pacino in the movie Devil’s Advocate: ” Vanity is definitely my favorite sin”. Pride and vanity are quite different things. Pride relates more to our opinion of ourselves, on the other hand vanity to what we would have others think of us. Which is good? to what extend is open to debate…

It was the 1800s of England. There was a woman called Jane Austen was writing fabulously. I am sure that people talked a lot about Miss Elizabeth Benet and Mr. Darcy in the last two hundred years. Probably, a lot of people admire them. Even we have met Mr. Darcy in Briget Jones Diary two times already.

I keep asking to myself: What drives people more? vanity or pride? Let’s say someone tells something bad about you directly or indirectly. Would you try to do something against it? Would you try to correct or change the people’s idea of you by having the fear that this offense changed the way they think of you?

How would be the love story of Jane and Mr. Bingley or Lizzy and Mr. Dary if they lived today? Probably, they would aware of each others feelings earlier but wouldn’t mind much. Jane would send an sms to Mr. Bingley to say she was on the way to London. They would meet for a drink in a nice London bar or maybe they would go to a club together on Saturday night. I am sure Lizzy would write emails to tell what happened in the mean time instead of writing such long letters.

Would men care of a woman’s fortune before deciding to marry her? Bank accounts would not be as transparent as in the times of Austen. But there are many unchanged things. People still do care of money as in the past. They are still competing with each other. They still like to think of themselves as the most happiest couple in the world at the beginning… Do you think whether “happily lived forever” exists? or has ever existed?

Bu yazı, ilk defa 07/12/2006 tarihinde havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.



« PreviousNext »