Blog Image

havadan sudan [blog, writing, travel, yoga]

free your mind...

2006 yılında havadansudan.azbuz.com adresinde yayınlamaya başladığım yazılarımı buraya taşıdım. Devamı da var :-)

Karanlıkta bisiklet sürmek…

Günü Yakalamaca Posted on Thu, August 23, 2012 17:42:04

Kibrit Çakıyorsun Karanlıkta

Kibrit çakıyorsun karanlıkta
badem çiçeklerini görmek için
Ve mart denizlerinde tedirgin bir çift
sarnıç gemisi gözlerin
Bir iş açacaksın sen başımıza
yangın mı olur artık, bahar mı?

Can Yücel

Bahar geliyor… Önce içimize mi yoksa sokağın iki yanındaki ağaçlara mı? Duygularımız hareketlenmeye başlıyor… Belki de yüzümüze bir gülümseme konuyor. Heyecanlıyız biz… Bahar tekrar buluşma demek, uyanma, canlanma demek… Berlin, baharı sessiz sakin karşılıyor bu yıl… Kutlamaların iptal edildiğini öğreniyoruz, içimiz buruluyor…

Bu yazı, ilk defa 13/3/2007 tarihinde havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.



aklın uykusu canavarlar yaratır…

Günü Yakalamaca Posted on Thu, August 23, 2012 14:37:51

Çok çabuk unutuyorum her şeyi: insanları, olayları,
hisleri, yerleri… Sanırım bu yüzden daha çok yazmalıyım ki unuttuklarımı geri
dönüp hatırlayabilme şansım olsun. Bazen düşünüyorum da aklım çoğu zaman uykuda
galiba benim. Beni, aklımın yerine kimin veya neyin yönettiğini bir bulabilsem
sorun çözülecek gibi görünüyor. Bu, her kimse her neyse kendini öyle güzel gizliyor
ki bulmaca bir türlü çözülemiyor.

Unutmadan yeni arkadaşlarımdan bahsedeyim: Rahip Lorenzo, Ines ve Goya. Lorenzo
canavar, Ines masum ve Goya izleyici. Goya’nın neden hayatı boyunca resimlerini
canavarlarla doldurduğunu anlamak artık daha kolay. “Goya’nin
Hayaletleri” Goya’dan çok o’nun yaşadığı dönemi gözler önüne seriyor. İlk
olarak hissettiğim şey 1700-1800’lerde yaşamıyor olmamdan dolayı duyduğum
mutluluktu.

Fransız Devrimi, Napolyon, işkenceler, mutlak güç: kilise, engizisyon, ihanet, ölüm,
delilik… Günümüzde bu kavramların ardındaki duygu ve olgular farklı görünüşlerde
yer alıyor olsa da eskiden herşey sanırım daha zormuş. Sohbetlerde sık sık yer
alan eskiden herşey daha iyiydi, kötüye gidiyoruz laflarına ben inanmıyorum.
Kim için iyiydi? Neden daha iyiydi diye soruyorum hep. Goya’nin ilham perisi
Ines ile Jane Austen’in arasında yüzyıl kadar bir zaman farkı var. Austen’in adı
kendini kitaplarıyla ifade edebilmiş bir kadın olarak tarihe kazınırken Goya’nın
Ines’i kilisenin onbeş yıl ona yaptığı işkencelerden sonra çıldırarak ölüyor
muhtemelen. Rahip Lorenzo ise öldürülenlerden. Kimine göre hain, kimine göre
sadece kendini düşünen özgür bir ruh. Goya ise sadece seyrediyor, sağır
olduktan sonra daha çok seyretmek zorunda kalıyor.

Yıllar önce Ankara Devlet Tiyatrosu İstanbul’da oynamiştı “Akıl
Uyuyunca”yı. Devlet yani krallık, din ve sanat arasındaki ilişkilere
parmak basıyordu oyun. Akıl uykuya dalınca neler olduğunun örnekleri sadece
filmler ve oyunlarla sınırlı değil. Örneğin Avusturyalı Nitsch adlı kişilik büyük
baş hayvanları katletmek suretiyle yaptığı kan revan içindeki eserlerini tüm dünyaya
sanat olarak yutturabiliyor. Yıllardan 2006, aylardan aralık. Nitsch
Berlin’de… Martin Gropius Haus’da sergisini açmış bile. Birgün de döner
yemeyiverin de gidip dönere malzeme olan hayvanların Nitsch’e nasıl
malzeme olduğunu görmeye harcayın paranızı. Üzgünüm, benim aklım
hala uykuda. Ben bugün döner yedim ve Nitsch’in sergisi için cebimde hiç
param kalmadı…

Bu yazı, ilk defa 01/12/2006 tarihinde
havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.



Tragic Story With a Happy Ending by Pessoa…

Günü Yakalamaca Posted on Thu, August 23, 2012 11:51:08


Son günlerde Berlinlileri “22.
Uluslar arası Kısa Film Festivali”nden haberdar olanlar ve olmayanlar,
festivalde bir film seyretmiş olanlar, seyredecek olanlar ve seyretmeyecek
olanlar diye gruplamak mümkün, kategorize etme ihtiyacımızı giderme açısından.
Hayat gruplarla daha mı kolay olur zorlaşır mı ise başlı başına üzerine uzun
uzun konuşulabilecek bir soru.

Rüzgarlı bir pazar günü ben de
“Best of Cartoon” yarışmasına katılmış olan filmleri seyretmek üzere
Hackerscher Höfe’de aldım soluğu. Aldım almasına da seyrettiğim kısa animasyon
filmlerinin büyük çoğunluğu beni hayal kırıklığına uğrattı. Ama içlerinde bir
tanesi vardı ki hepsine bedeldi. 7 dakika 46 saniye süren bu Portekiz yapımı hikayeyi perdede seyrederken bir
yandan da kafamın içinde acıklı ama umut dolu fado müziği çalıyordu. Sanırım
salondaki diğer insanlar müziği duymadılar, kim bilir belki duyan birkaç kişi
vardır…

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde kalbi çok yüksek sesle atan bir kız yaşarmış
diye başlıyor hikaye… Etrafta yaşayan herkes kızın kalbinin atış
sesinden rahatsız oluyor önceleri. Kapısını çalıp şikayet ediyorlar. Kız diyor
ki insanlara: benim içimde bir kuş var… Bu beden bana ait değil aslında.
Kimse anlamıyor kızı. Kız hüzünlü, tahta bisikletiyle iki tarafı ağaçlı patika
yolda gidiyor, düşünüyor ne yapabileceğini. Ama elinden hiçbir şey
gelmiyor. Bir süre sonra insanlar günlük işlerin telaşında kızı unutuyor
ve kızın kalbinin atış sesi artık onları rahatsız etmemeye başlıyor.

Bazı insanlar farklıdır diye düşünmüş olmalı yönetmen. Yalın bir hikayeyle o
kadar çok şey anlatabilmiş ki yedi dakika içinde. İnsan şaşırıp kalıyor doğrusu.
Hani farklı olanlarımız var ya, onlar da herkes gibi olabilmeye o kadar çok öykünüyorlar
ki bütün hayatlarını farklılıklarını saklamaya veya inkar etmeye çalışarak geçiriyorlar.
Ne yazık. Modern dünyanın bu insanlara hiç toleransı yok. Tüm insanoğulları ve
insankızları tek bir kalıptan çıkmak zorundaymış yanılgısı hakim. Yanılgılar
bir yana, hikayenin sonunda ne mi oluyor? Başlangıçta mutsuz olan kız kendisiyle
ve farklı yanlarıyla barışıyor. Adeta kanatlanıp uçuyor mu?…uçuyor…

Bu yazı, ilk defa 13/11/2006 tarihinde havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.



La Meglio Gioventù by Giordana…Endless Possibilities…

Günü Yakalamaca Posted on Wed, August 22, 2012 17:48:28

To watch a good movie always makes
me happy… thanks to Giordana for this stirring and beautiful experience…
“The Best of the Youth” is definitely unique and unforgettable.
During 6 hours and even later, I felt like I was a member of Carati
family…born in Rome…having two brothers and two sisters…

Nicola and Matteo are ordinary
people in their own extraordinary ways. Two brothers are looking like having
some similar lives at 60s. However, they follow different paths in life. Bonded
by blood but divided by politics…

One day, Matteo meets with a girl named Giorgia. She started her life in a very
different way than Carati family members. Maybe she is unlucky from the
beginning. Both of the brothers fall in love with Giorgia. She cannot take that
love and this changed their life. During the movie, Giorgia stays at a certain
place, she witnesses the history of a family…Somehow, I have great sympathy
to her. Although she doesn’t reveal it so often, I feel like she knows far too
much. Maybe that was her problem that she doesn’t want to go and be a part of
real life.

Is Matteo a lost soul? Is Nicola
wrong about letting the beloved ones to do whatever they choose? Maybe when we
learn how to express ourselves in a different way, we will not lose our
loved ones. Or maybe it is just fate, we can’t help losing them.

This movie made me to laugh, to cry,
to think, to question and last but not least to see life in the way it is: life
is beautiful with its imperfections and imperfect people…

…there is a house in New
Orleans… they call the Rising Sun…

Bu yazı, ilk defa 9/11/2006 tarihinde havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.



« PreviousNext »