Aramızda geçenlerin bir denklemi var mıydı diye düşünüyor
kız. Aylardan ağustos. Sonbahar yaklaşıyor. İstanbul sonbaharlarının özlemiyle
dolu olan çocuk şimdi İstanbul’da ve yıllar sonra onunla görüşmek istiyor. Kız
daha bir pervasız ve umursamaz. Belki de zaman insanları umursamaz kılıyor,
yaralara ilaç olurken. Belki de tedavi yöntemi bu. Niye her şeyin arkasındaki
nedenlerle bu kadar uğraşıyorum diye geçiriyor içinden kız. Her şey için bir
bilimsel açıklama arama ihtiyacı, daha lise yıllarında enjekte edilmiş bu insanlara.
Haftada iki saat din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeninin zırvaları bir
kulaklarından girip çıkmayı bırak hiç girmemiş bile kafanın içine. Halbuki
hayat çok daha kolay olabilirmiş onlar için farklı şeylere kulak
verebilselermiş. O zamanlar kaygıları yaşamın temel kuralları, Darwinvari
mutasyonlar, kimyasal reaksiyonlar, soyut matematik problemleri ve üç boyutlu
analitik geometri gibi fani(!) konulardan ibaretmiş.

Yıllar sonraki bu buluşmaya hazırlanırken kızın aklı bu
konularla dolu değil elbette. Hızlıca geçiyor yaşamın içinden, altın postlardan
ve tresholdlardan haberdar değil o zamanlar. Hayatını basitleştirebilmek için
birtakım kitaplara paralar dökmeye başlayacağı yıllardan dört sene öncesi. Kızın
heyecanını yakın arkadaşları da paylaşıyor bu buluşmadan önce. Kadınlar hiç
değişmiyor. Her zaman yakın arkadaşlar tanıklık ediyor öyle ya da böyle
yaşadıklarına. Kız o gün ne giydiğini, hazırlanmasının kaç dakika kaç saniye
hatta kaç mili saniye sürdüğünü hatırlamıyor.

İşte sonunda karşında çocuk var. Dakika Bir: bu geçen zamanda hangimiz
daha çok değiştik yarışması başlıyor. İstiklal caddesinde yürüyorlar beraber.
Ama dört sene öncesinin o tatlı heyecanı artık yok kızda. O zamanın anıları pek
de kapısını çalmıyor artık. Patlayan havai fişeklerin susmuş olması da cabası.
Havadan sudan konuşmalar eşliğinde tünele geliyorlar. Roller değişmiş artık. İlk
tanıştıkları zaman kız kentin yabancısıyken şimdi oğlan yeni dünyalı (!), kız İstanbullu
ev sahibesi. Hoşlanmayarak da olsa kız üstüne düşen görevi yapıyor ve oğlanı
KV’ye sürüklüyor ve Dakika İki: ilk yarışma yerini bilimsel lakırdılar
yarışmasına bırakıyor. Fakat yarışan kişi sayısı bir, seyirci ve sıkılan dişi
sayısı bir.

Gelişmiş teknolojinin insan-oğullarına ve insan-kızlarına sunduğu engin olanaklardan
yararlanmamak aptallık olsa gerek diye düşünmüş herhalde çocuk. Bir insan,
izini kaybetmiş olduğu diğerini bulmak isterse çareler tükenmiyor: google,
email sunucularının arşivleri, çeşitli internet siteleri. Çocuk da yahoo
arşivlerini didiklemeye başlıyor. Lise yıllarının güzel anıları aklının bir köşesinde.
İçinde, farkında olmadığı garip bir pişmanlık duygusu var. Saklambaç
oyununda sadece saklanan olmayı öğrenmiş, şimdi arayan olmaya soyunuyor
kendince. Kızın bu adrese gelen emaillerini okuduğu umuduyla yazmaya
koyuluyor. Aylardan şubat: buluşmadan sadece altı ay önce.

Beklediği cevap beklemediği kadar kısa zamanda geliyor çocuğa.
Çocuk yazıyor tekrar: ben kendime soruyorum, hatta bazen çok soruyorum, soruyu
unutuyorum. Kız susuyor. Vanilyalı soya sütünü sevdiğini öğreniyor çocuğun.
Çocuk kızın en çok sevdiği meyvenin çilek olduğunu biliyor mu acaba. O da merak
ediyor mu diye içinden geçiriyor. Çocuk yazmaya devam ediyor kızın düşüncelerini
merak ediyor bir yandan: burası materyalist ülke. Aslında burası orası fark
etmez, insanlar her yerde materyal zevklerle tatmin etmeye çalışıyorlar açlıklarını.
Ama işte, Sultan Süleyman da gitti, hepsini geride bıraktı. Çırılçıplak gömüldü
toprağa. Kız seviniyor içten içe yeni dünyaya taşınmak çocuğa yaramış diyor.
Her konudaki düşüncelerini merak eden bir insan olmasından dolayı duyduğu
mutluluk ile dolu. Biri, hem de onun için zamanında çok önemli olan biri onun gözleriyle
görmek istiyor dünyayı.

Çocuk şiirlerden sıkılmış. Kız o sıralar hala şiirseverlerden, arada bir
açıp sevdiği şiirleri okuyor. Bu hikayede bir zamanlama hatası var sürüp giden.
Hani herkesin ağzından düşmeyen meşhur “timing” bir türlü tutmuyor
ikisinin hikayesinde. Çocuk yazmaya devam ediyor: Mesela bazen insan abartıyor,
hatta abartmaktan bir farklı zevk alıyor. Hani, kendimizi bir soyutlayalım.
Yalnız bırakalım. Yalnız bırakalım ki, kendimiz düşünsün biraz. Çok değil, az
bir süre de düşünceler abartılı noktalara varıyor. Çocuk da kız da çok düşünenlerden.
Dolayısıyla abartanlardan. Gecenin bir yarısı yağmurda ıslanıp, birbirlerini
seven-nefret eden sonra da buna karşı ilaç arayanlardan.

Çocuk, hayal kurmayı seviyor. Bütün ekonomik düzenleri alıp çorba yapmak
istiyor. Kıza yazmaya devam ediyor: bazen görüyordum seni sınıftan dışarı,
diyordum, ‘var ya okuldaki en güzel kız, ama yaklaşmak nasıl mümkün olur?’ Kıza
ancak okul bitip de yolları ayrıldıktan sonra yaklaşıyor. Sinemada
beraber bir film izleniminden haylice oluyor paylaştıkları. Ama ikisi de birbirini
tanımıyor, hatta belki de kendilerini bile tanımıyorlar. Çocuğun elinde siyah
beyaz fotoğraflar kalıyor kızın hiçbir zaman görmemiş olduğu. Kızın ise elleri
bomboş. Yaşanan güzel anlar ve kendince içinde büyüttüğü akış kuramlarıyla
oyalanıyor. Yeni dünya giriyor araya sonra. Çocuk özlüyor pek çok şeyi ve
yazıyor: burda çünkü fare gibisin, işin gücün iş aslında hepimiz fareyiz, olay
kafanın içinde bitiyor. Ama çocuk çoktan yeni dünyaya bağlanmış, kız ise
yepyeni serüvenlere yelken açmış, hem farklı coğrafyada hem de kendi coğrafyasının
farklı yerlerinde.

Çocuk konuşuyor, kız susuyor. Çocuk yazmaya devam
ediyor: bazen anlamadım ben seni. Açık konuşayım. Bazen daha da anlatmalısın.
Yani hıyarlık belki bende, anlamıyorum. Ama böyle geniş geniş anlatınca insan,
partial differialları bile anlıyor… Ne diyeyim. Hayat güzel. Buluşmanın üzerinden
dört koca sene geçmiş. Kız düşünüyor: evet, gerçekten de hayat güzel, zamanlama
hatalarına rağmen. Artık çocuk susuyor, kız yazıyor. Kız yazdıkça mevsimler
bahara dönüyor, çiçekler açıyor, anlamlar kelimeleri terk edip hayata karışıyor,
her şey daha bir ışıl ışıl akıp gidiyor.

(Berlin, 15 Ekim 2006, günlerden Pazar)

Bu yazı, ilk defa 15/10/2006 tarihinde
havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.