Yıllar
önce bir film seyretmiştim; New York’ta Sonbahar diye… İşte şimdi, Berlin’de
ilk sonbaharımı yaşıyorum, oyuncuları ve senaryosu tamamen diğerinden farklı
olan bir sonbahar bu…
Gökyüzü
oldukça karanlık, yağmur çiseliyor. Bulutlar şehri adeta istila etmiş. Mutfak
penceresini açtığımda bir misafir karşılıyor beni. Hava hüzünlü ve huzurlu; bu
iki birbirinden farklı görünen durumun bir arada nasıl var olabildiğine şaşırıyor
aklım ve kalbim.
Her
şey gerçek olmaktan öyle uzak ki, kırmızıya çalan rengiyle penceremi çalan
minicik yaprağı fark etmekte gecikiyorum. Beşinci kata nasıl çıkabildiğine bir türlü
aklımın ermemesinin yanı sıra, onu bana kimin göndermiş olabileceği bilmecesini
çözemiyorum. Bir mesaj taşıdığı kesin, ama kim bana ne söylemeye çalışıyor
bilmiyorum.
Karşı
binada bir kadına gözüm takılıyor. Sabahın bu erken saatinde kağıtların içine gömülmüş
ve çalışıyormuş gibi görünüyor ilk bakışta. Biraz daha dikkatli bakınca
emzirmekte olduğu bebeğini görüyorum. İlk düşündüğüm kendi bilinçaltımın bana
oynadığı oyunlar oluyor, bilim adamlarının bir nevi, algıda seçicilik dedikleri
şey. Kendim için ilk dileğimin çalışmak olmasına rağmen, doğanın bana hazırladığı
rolü de görmezlikten gelemiyor olmam açıklıyor durumu.
Farkındalık
ve her gün yaşanan içsel yolculuklar kadar zor ve hatta kimi zaman acı verici
olabilen bir mücadele. Ben hayır dedikçe, Akdenizli erkek misali daha bir evet
anlıyor yanıtımı. Belki de bu ilişkide ben naz yapan dişiyi oynuyorum, fakat
henüz rolunun farkına varamamış dişi kişi.
(Berlin,
22 Ekim 2005, Sabah yedi suları
Edit: Bir sene sonra, yine sonbahar, yine Berlin… Doğa:0 Ben:1 Geçen zamanın kaç ay veya kaç
yıl olduğundan ziyade yarattığı farklılıkları görmek ilginç!
Bu yazı, ilk defa 16/10/2006 tarihinde havadansudan.azbuz.com’da yayınlandı.